ERDEK MÜFTÜLÜĞÜ

Tarih: 05.04.2022 18:34

NÜZÛL-SÎRET İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA

Facebook Twitter Linked-in

Fâtiha suresi yedi ayet olup, Hz. Peygamberin amcasının oğlu, aynı zamanda Mekke tefsir ekolünün kurucusu İbn Abbâs ve Basra tefsir ekolünün önde gelen simalarından Katâde’ye göre Mekke’de nâzil olmuştur. Fâtiha suresi nüzul sırlamasında beşinci sure olduğu ve Müddessir suresinden sonra, Tebbet suresinden önce indiğine dair yerleşik bir kanaat söz konusudur. Fakat bunun izaha muhtaç olduğu iddia edilebilir. Zira ilk sure kabul edilen Alak suresinin ilk beş ayeti büyük bir olasılıkla, Hz. Peygamberin müşriklerle mücadelesinin başladığı dönemlerde, diğer bir ifadeyle vahyin başlangıcından birkaç sene sonra bir bütün hâlinde inmiştir. Bununla birlikte, bir kere Mekke’de bir kere de Medine’de nâzil olduğuna yönelik yorumlar yapılmışsa da bu görüşler Sem’ânî (ö. 489/1096), İbn Kesîr (ö. 774/1373), Âlûsî (ö. 1270/1854) gibi âlimler tarafından doğru bulunmamıştır. Gelinen bu noktada, Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) de isabetle kaydettiği üzere Fâtiha suresi gerek içerik gerekse üslup itibariyle ilk nâzil olan suredir. Öte yandan, Fâtiha suresinin nüzul sebebiyle ilgili özel bir olaya atıfta bulunulmadığı da yeri gelmişken belirtilmelidir. Bunun yanında, Fâtiha suresi Kur’ân’ın bir bakıma “önsözü” mahiyetinde olduğundan “Fâtiha” diye isimlendirilmiştir. Bu mesele bir tarafa, surede yer alan kelime ve kavramlara göz atıldığında, “Elhamdülillâhi Rabbil-Âlemîn” ifadesindeki “Hamd” kelimesi lügatte “Övmek” anlamına gelmektedir. Ebû Hilâl el-Askerî (ö. 400/1009) gibi bu konuda müstakil çalışması olan âlimler “Hamd” lafzıyla “Şükür” kelimesi arasındaki farkı tespit etmeye çalışmışlardır. Bu açıdan bakıldığında, “Şükür” nimet sahibini yüceltme amacıyla verdiği nimeti itiraf etmek, anlamı taşırken “Hamd” söz konusu nimet sahibini yüceltme amacıyla onu güzel sözle zikretmek, manasına gelmektedir. “Hamd” nimet karşılığı olmaksızın da yapılabilirken, “Şükür” ancak nimete karşılık gerçekleşmektedir. “Hamd” ve “Şükür” kelimeleri Fâtiha surenin nâzil olduğu dînî ve sosyolojik vasatta değerlendirilecek olunursa, her iki kavramın Allah’ın tekliğine ve birliğine imada bulunduğu ifade edilebilir. Dolayısıyla “Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn” yani “Hamdin Âlemlerin Rabbine Mahsus Olması” ve diğer bazı ayetlerde “Ne kadar da az şükrediyorsunuz?”, “Niçin şükretmiyorsunuz” gibi ifadeler zımnen “Allah’tan başka ilah yoktur”, “Allah’ın birliğini neden ikrar etmiyorsunuz” şeklinde bir mana ve mesaj içermektedir. Diğer taraftan, “Rabbi’l-Âlemîn” ifadesindeki “rab” kelimesi erken dönem Mekkî surelerde genel manada, tıpkı efendi-köle diyalektiğinde olduğu gibi efendinin köle üzerindeki hakimiyet ve sahipliği, otoritesi, egemenliğinden hareketle Allah’ın bu olguyu kullanarak hayata ve kendilerine bizatihi mündemiç olduğu mesajını vererek onlardaki yanlış tanrı tasavvurunu düzeltmek, gibi bir amaca mebni olduğu düşünülebilir. Bu açıdan bakıldığında efendi, kölesi tarafından daima kendisinin farkında olmasını ister. İlk planda Allah, bu realiteden hareketle kendisini “rab” şeklinde tanıtarak efendinin-köle üzerindeki hakimiyetinde olduğu gibi daima kulları tarafından kendisinin farkında olmasını istemektedir. Zaten Kur’ân’ın Allah-merkezli (teosentrik) bir hitap olmasının arka planında da Arapların uzak tanrı inancına bir müdahale olduğunu akıllara getirmektedir. Buradan hareketle, Hz. Peygamber zamanında hâkim inanç yapısının bir bakıma deizmi anımsattığı da ayrıca zikredilebilir. “Rab” ise bu noktada kölenin sadece efendisini sayması, ona bağlanması ve ona itaat etmesi olgusallığından hareketle Allah’ın birliğine teslimiyeti ve bağlılığı ifade eden bir kavram olduğu açıkça dile getirilebilir.
 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —