Kur’ân’ın birçok yerinde özellikle de Medine’de inen surelerde Allah, insanlardan rükû etmelerini emretmektedir. Râğıb el-İsfahânî’nin bildirdiğine “rükû” eğilmek, bükülmek gibi anlamlara gelmektedir. İbn Sîde’nin (ö. 458/1066) el-Muhassas adlı sözlüğünde ifade ettiği üzere rükû, bazen ya ibadette ya da başka bir şeyde tevazu gösterme, alçakgönüllü veya itaatkâr olma ve kendini alçaltma, alçak tutma veya kibrini, gururunu kırma anlamında kullanılır. Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) Arapçadaki mecazlar sözlüğü olarak hazırladığı Esâsü’l-Belâğa adlı eserinde rükûnun, Kur’ân’ın nâzil olduğu sosyo-kültürel platformda Allah’a ibadet eden, puta tapmayan kimseler için kullanılan bir sıfat olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla Zemahşerî, Hz. Peygamber zamanındaki bir kişinin Allah’a içtenlikle güvendiğinde “Râkian ilallâhi” (Allah’a rükû etti) dediklerini bildirmiştir. Öte yandan et-Tehzîb fi’t-Tefsîr adlı tefsirin sahibi ve aynı zamanda Zemahşerî’nin hocası kabul edilen Hâkim el-Cüşemî’nin (ö. 494/1101) naklettiğine göre Allah’ın müşriklere rükûyu emretmesi; fakat onların bu davranıştan imtina etmesinin temelinde, onların rükû hareketini onur kırıcı bir davranış olarak kabul ettikleri yatmaktadır. “Rükû” eski zamanlarda yaşayanlar tarafından krala karşı gösterilen bir saygı biçimi olarak formüle edilmiştir. Dolayısıyla, kralın huzuruna varan bir kişi, krala olan saygısını ve bağlılığını rükû ederek/eğilerek gösterirdi. Diğer bir ifadeyle kişi, kendisini krala karşı bu hareketle kanıtlamaya, ispat etmeye çalışırdı. Krala olan saygı ve hürmetin en somut tezahürü olarak kabul edilen rükû, İslâm’ın gelmesiyle semantik bir dönüşüme uğramış ve böylece namaz ibadetinin rükunları arasında yer almıştır. Başka bir değişle rükûnun, nüzul dönemi insanının kutsalı algılama ve kavrama tarzına uygun doğrultuda namaza dahil edildiği gibi bir sonuca müncer olduğu düşünülebilir. Bu verili durumdan hareketle, Kur’ân’ın birçok yerinde rükû edenler övülmüş ve rükû edenlerle birlikte rükû edilmesi gerektiği çeşitli ayetlerde salık verilmiştir. Kur’ân’daki rükû ile ilgili ayetlerin dağılımına bakıldığında, rükû lafzı geçen ayetlerin genellikle Medine’de inen surelerde zikredildiği görülmektedir. Bu tespitten hareketle, Medenî surelerde yer alan “rükû”dan maksadın namaz ibadetine işaret ettiği ileri sürülebilir. “Rükû” kavramı formel/biçimsel şekliyle erken dönem Mekkî surelerden sadece Mürselât suresi 48. ayette “Onlara rükû edenlerle birlikte rükû edin, denildiğinde rükû etmezler” ifadesinde geçmektedir. Klasik dönem müfessirlerinden bazıları, söz konusu ayetteki rükû lafzını namaza hamletmişlerdir. Fakat bu yorumun izaha muhtaç olduğu belirtilmelidir. Çünkü henüz Mekke’nin ilk yıllarında nazil olmuş bir surede şartlar elverişli hâle gelmemişken, Allah’ın insanlara namaz kılmasını ve rükûda bulunmasını emretmesi
doğru bir yaklaşım sunmasa gerektir. Bu itibarla, bilhassa siyer kaynakları Hz. Peygamberin Mekke’de bulunduğu yıllarda rükûdan ve secdeden oluşan namaz ibadetini tatbik etmediğini bildirmektedir. Bu açıdan bakıldığında, nasıl ki erken dönem Mekkî surelerdeki “salat” kavramına “namaz” anlamının verilmesi ahistorizm (Kur’ân ayetlerinin indiği ortamı yok sayarak yorum geliştirmek) ise, herhangi bir Mekkî surede yer alan “rükû” kelimesine de namaza atıfta bulunduğunu iddia etmek o kadar ahistorizmdir. Mürselât suresindeki ayete tekrar dönülecek olunursa buradaki “rükû edenlerle birlikte rükû edin” beyanı, büyük olasılıkla “Ey müşrikler! Hz. Peygamber ve inanlarla birlikte olun. Allah ile beraber diğer birtakım nesneleri de ilahlaştırmayın” tarzında bir anlam takdirine sahip olmalıdır.