Son zamanlarda üzerinde düşündüğüm konulardan biri de; “Gidilmeye değer hiç bir yolun kestirmesi yoktur…”
Bazı düşüncelerin, tüm zamanları kapsadığını varsayarız.
Sonra o düşünceleri “şimdiki zaman”ın ışığında düşünmeye başlarız…
Sanki “başka zaman”ların düşüncesi olduğu hissine kapılırız.
Yukarıdaki cümle de biraz öyle mi acaba diye düşündürüyor…
Hayatın her gününün bir öncekine göre “daha hızlı” olduğu bir dönemde, kestirmesi olmayan bir hayat nasıl mümkündür…
Buna kestirmeden bir cevap vermek gerekirse; “sakinlik…”
Evet, “sakinlik…”
* * *
Bugünün dünyasında en çok ihtiyaç duyduğumuz gizemli davranış…
Dünya, sanki bir çamaşır makinesi içine atılmış gibi, çılgın bir hıza çıkarıldığı zamanları yaşıyor…
Ne yaparsan yap, yeter ki hızlı yap…
O hızın içinde olmadığın da, “zamanın dışında” kalırsın baskısı, her şeyi kestirmeden yapmayı, bir başka deyişle, “panik halini” bir yaşam biçimine dönüştürüyor.
Panik hali, hatayı ve sıradan işler üretmeyi beraberinde getiriyor…
Bugünün hızlı dünyasına tutunabilmenin temel koşulu ise; “mükemmel ötesi” işler üretmekle mümkün…
Evet…
Mükemmel değil, mükemmel ötesi işler…
Bunu gerçekleştirebilmenin bir tek koşulu var…
Hızlı düşünebilme ve davranabilme yetisine sahip, “sakin” bir zihin…
Hız ile sakinlik nasıl yan yana gelir?
Bu olasılık dışı gibi düşünülebilir…
Oysa hızlı ve doğru kararlar, “hızlı düşünebilen sakin bir zihin” ile mümkün.
Liderlik ve yöneticilik; hızlı araba kullanabilmek gibidir…
Yola, arabaya, atmosferik koşullara ve diğer araçlara dair tüm olasılıkları düşünebilmek ve en hızlısı olabilmek…
Hız arttıkça adrenalin artarken, sakin davranabilmek…
Bunu becerebilenler finiş çizgisini ilk gören oluyorlar.
Bunu beceremeyenler ise “hızlı gitmeye çalışırken, hızın tutsağı” oluyorlar…
Aynı anda hem heyecanı hem de sakinliği yaşayamayan insanların; ne hız yapabilmesi, ne de yönetici olabilmesi günümüzün “hızlı dünya”sında mümkün değil…
Gidilmeye değer yerlere sakin bir zihinle gidebilmeyi düşlemek, yolu yarılamaktır…
* * *
Profesyonel boks; ilginç ve bir o kadar da ders çıkarılası müsabakalardır.
İlginçtir, ilk dakikasında da bitebilir, 15 raunt sonunda da…
Binlerce kişinin aylar, yıllar öncesinden bilet aldığı maç, daha birinci dakikasında bir yumruk ve nakavt ile sonlanabilir…
Ya da hakem kararı ile biri galip ilan edilir.
Diğer taraftan, özellikle iş hayatı içinde yer alanlar için boks, müthiş bir metafordur…
Tamamdır dediğin bir anda…
Ayakta uyuyarak ve uyutarak sonunu getirdiğin bir süreçte…
Bir dalgınlık anında…
Bir zamanlama hatasında…
Ama en önemlisi “zafer sarhoşluğuna kapıldığın bir anda” kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu gösterir boks…
Evet…
Boksör, 10 raunt rakibini perişan eder ve içinden “tamamdır bu iş” diyerek tribünlere oynamaya başladığı anda, bir yumruk yer…
Bütün düşleri ve kazanılmamış zaferin hayaliyle, ringin ortasına boydan boya uzanır…
* * *
İş yaşamında da benzerlikler söz konusudur.
Makineler kurulur, bacalar dikilir ve bir gün start verilir…
Çıkan ürünler, aylar öncesinden satılmıştır…
Her şey iyi görünüyordur…
Bu gibi zamanlarda; “tamamdır bu iş” duygusu insanın içine girerse, sonuç; ringin ortasına uzanmış boksörün akıbetine benzeyebilir…
Boksör için ilk gonktan, son gonga kadar “bir hayatın tamamı” gibidir…
Sonu olmayan bir yolculuğa benzer her müsabaka…
Üretmek de; durağı olmayan bir yolda, “gölge boksu” yaparak yol almak gibidir…
Üretim yapmak çileli, zaferlerin olmadığı, sadece üretmenin hazzının olduğu bir dünyadır…
Zaferin olmadığı bir dünyada “zafer sarhoşluğu”na kapılmak ise, hiç bilmeden trapez telinin üzerine çıkmak demektir.
Kısaca; Kaybetmeye en yakın olduğun an, zafer sözcüğünü telaffuz ettiğin andır…