İşte yeni bir 24 Kasım “Öğretmenler Günü” daha geldi.
Bugün yine siyasilerimiz başta olmak üzere birçok kişiden öğretmenlere bol bol, kuru övgüler yapılacak. Mesleğin kutsallığı dile getirilecek. Sonra her şey, “Eski tas, eski hamam!”
Öğretmenlere çok büyük bir özür borçluyuz, aslında.
Neden mi?
Öğretmeni maddi-manevi açıdan mutsuz ettik.
Mutsuz bir öğretmenin, derslerinde öğrencileri mutlu etmesi kolay mı?
Halen binlerce öğretmen, mesleklerine atanmayı bekliyor.
Görevde bulunan öğretmenleri, “Öğretmenlik Meslek Kanunu” isimli ucube sistemle “Uzman öğretmen”, “Başöğretmen” gibi sınıflandırarak, birbirlerinden ayrıştırıp, gruplaştırmalar yarattık?
Son olarak “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ismi altında Millî Eğitimimizi, tarikatların güdümüne soktuk.
Affet bizi öğretmenim!
5 yıl Erdek Lisesi, daha sonra ise uzun yıllar Bandırma Kültür ve Eğitim Vakfı Özel Lisesi’nde, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptım. Unutulmaz yıllardı. Hâlâ o yıllardaki öğrencilerimle karşılaştığımda, anılarımızı anlatırız. O yıllardaki derslerimiz, çok özgür bir ortamda, tartışma ortamı içinde geçerdi. Adının bile söylenmesinin yasak olduğu o yıllarda biz, derslerimizde Nazım Hikmet’in bile şiirlerini okur, bu büyük dünya şairini tartışırdık.
Bugün, eğitim-öğretimin geldiği duruma gerçekten üzülüyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’nin acımasızca budanan iki fidanı vardır: Köy Enstitüleri ve Halk Evleri.
“Köy Enstitüleri”, yalnızca 10 yıl yaşadı. Sürseydi, eğitim-öğretim çok farklı olurdu. O yıllarda, köylerdeki öğretmenin yerini, bugün imam aldı.
Aslında yaşam, öğretmek ve öğrenmekten ibaret.
Zor dersler ise bir ömür boyu sürer.
Öğretmenlik, bir sevgi mesleği. Sevgiyi vermek çok önemli ama onu, verdiğin kişinin alması daha da önemli.
Henry Brook Adams, “Öğretmen, sonsuza dek etkiler. Etkisinin nerede biteceği asla bilinmez” diyor.
“Morrie ile Her Salı” isimli filmi çok beğenmiştim. Artık yaşlanan öğretmen, eski bir öğrencisiyle sohbet ederken, şöyle demişti:
“Ben öldükten sonra da mezarımın başına gel. Konuşmasam bile seni çok iyi dinlerim.”
Öğretmenlik, bir sevgi mesleği dedik.
Yaşanmış bir olayla yazıma son vereyim:
Bir profesör, sosyoloji seminerinde öğrencilerini Baltimore şehrinin kenar mahallesine göndermiş ve o bölgede yaşayan 200 erkek çocuğun durumlarını araştırmalarını ve her çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istemiş.
Araştırma yapan öğrencilerin hemen hepsi, bu çocukların gelecekte hiçbir başarı şanslarının olmadığını dile getirmişler.
Bundan tam 25 yıl sonra başka bir sosyoloji profesörü, araştırmalar sırasında bu çalışmayı bularak, öğrencilerinden, bu projeyi sürdürmelerini ve aynı çocuklara ne olduğunu araştırmalarını istemiş.
Öğrenciler, o bölgeden taşınan ya da ölen 20 çocuk dışındaki 180 çocuktan 176’sının olağanüstü bir başarı gösterip, avukat, doktor veya iş insanı olduklarını ortaya çıkarmış.
Profesör, bu durumdan çok etkilenmiş. Konuyu izlemeye karar vermiş. Birer yetişkin olan o çocukların hepsi, o bölgede yaşadıkları için her biriyle buluşma şansı olmuş.
“O koşullarda nasıl bu kadar başarılı oldunuz?” sorusuna verdikleri yanıt hep aynıymış:
“Mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı. Onun sayesinde.”
Profesör, bu öğretmeni çok merak etmiş. Hâlâ hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı öğretmenin izini bulması çok zor olmamış. Kendisini ziyaret için evine kadar gitmiş. Karşısında, yılların yüzüne eklediği kırışıklıklara rağmen hâlâ dinç duran bir kadın bulmuş. Yaşlı kadına merakla, bu çocukları, kenar mahalleden kurtarıp, başarılı birer insan ve yetişkin olarak hayata nasıl kazandırdığını, bunun sihirli bir formülü olup olmadığını sormuş. Yaşlı öğretmenin gözleri parlamış ve dudaklarının kenarında bir gülümseme belirmiş.
“Çok kolay” demiş. “Ben, o çocukları sevdim!”