Sedef Erken’i, oğlu Ozan Barış ve Türkiye’deki Otizmli çocukların eğitim hakları için Strasbourg`ta AİHM’in önüne çadır kuran, onlara eğitim haklarının geri verilmesi için başlattığı imza kampanyasında tanıdım.
29 Ara 2014 tarihi itibariyle de kampanyadaki imzacı sayısının 200.000 i geçtiğini müjdeliyor ; “Yaşasıııın diye haykırmak geliyor içimden...”
Bir annenin sevinç çığlıkları bu!
Sedef Erken bir de yazısını paylaşmış destekçileri için, DAĞ VE AĞAÇ başlığını taşıyan. Otizmi ve onların ailelerini tanımak ve neler yaşadıklarını anlamanın da çok çok önemli olduğunu vurgulayan…
Otizmi ve onların ailelerinden birkaçı aile dostumuz olduğu için, onlar kadar olmasa da tanıyorum. Sedef Erken’ini duygu dolu satırlarını paylaşmak geldi içimden, umarım katkım olur…
“Sevgili Dost, seninle yine bir yazı paylaşacağım. Neden mi?
Bunu yaparken de tek izlediğim yol göstericim oğlum Ozan. Onun ayak izlerini takip etmeye çalışıyorum.
Çünkü benim için bu imzaların nereye gittiği kadar senin otizmi ve biz aileleri tanıman ve neler yaşadığımızı anlaman da çok çok önemli. Eminim senin aracılığınla pek çok insan çocuklarımızdan öğrenecek çok şeyimiz olduğuna bizler kadar inanmaya başlayacak...
Bu sana bir yeni yıl hediyesi, umut ve sevgi adına... Umarım seversin...
Mutlu ve hayırlı bir yeni yıl diliyorum. 2015 hoş gelsin, bizlere güzelliklere getirsin..”.
DAĞ VE AĞAÇ
Düşündüm de, Otizmle tanışalı iki buçuk yıl geçmiş. Bana bazen iki buçuk asır gibi bazen iki buçuk gün gibi gelen bir zaman dilimi.
Zaman ne kadar göreceli. İnsanın biyoritmi ile dünyanın dönüşü arasında nasıl da garip bir paralellik ve ayrılık var aslında. Bir gün bazen bir ömür gibi gelir insana, bazen bir ömür bir an kadar kısa.
Otizmle tanışalı beri gözümün bakışı, kulağımın duyuşu, vücudumun işleyişi de değişti sanki. Beynimdeki kimyam değişti. Bakıp görmezmişim, duyup anlamazmışım meğer bazı şeyleri. Bedenimin içine yeniden girmeye çalışıyorum şimdilerde.
Oğlumla okul yoluna çıkıyoruz, giderken de dönerken de çocuklar ve anneler her yerde. Babasının elinden tutmuş yürüyen çocuk az nedense bizim memlekette. Babalar genelde çok yoğun, çok ciddi meseleler peşinde.
Beden dili gerçekten çok şey anlatır ya bazen. Gözüm yoldaki annelerin bedenlerine takılıyor. Tüm sevgileriyle yavrularının ellerini avuçlarının içinde sarmalayan şefkatli anneler. Bedenlerinde hayatın telaşı, zihinlerinde belki de hiç bitmeyecek her gün yeni ilaveleriyle büyüyen bir yapılacaklar listesiyle yol alan anneler.
İki kişilik bir yürüyüş aslında birlikte yapılır ya. Birlikte yürümenin de ortak bir ritmi vardır ya. Olmalıdır ya. Bunu düşünüyorum. Miniklerin bedenleri onlara yetecek büyüklükte, adımları ancak bacaklarının boyu kadar. İsteseler de bizim gibi koşamıyorlar. Annelerinse acelesi var, Menzil belli, zaman az. Resme böyle bakınca hızlı hızlı yürüyen, hatta koşuşturan annelerin, minik ellerini tutmuş çekiştirdikleri pek çok minik insan takılıyor gözüme. Biz mi onları götürüyoruz bir yerden bir yere? Yoksa peşlerine mi takılmalıyız aslında?
Elime bakıyorum, hızıma bakıyorum, oğluma bakıyorum. Ve duruyorum. Yalnızca o andayım, zamanı durduruyorum.
Elini bırakıyorum, hadi git diyorum, ne yöne gitmek istediğine sen karar ver. Ne yapmak istediğine de. Birkaç adım özgürce yürüyor. Asfalt yolun kenarında betondan kendisine kalan minicik bir dairenin içinde yaşayan bir ağacın yanında aniden duruyor.
Toprağa bakıyor. “Dağ” diyor.
Sonra bir kelime daha çıkıyor az ama öz söyleyen dilinden. “Ağaç.” Elini yeniden tutuyorum. İkimiz birlikte kollarımızın arasına alıyoruz ağacı. Birlikte ona sarılıyoruz.
“Cici ağaç” diyoruz. “Tatlı ağaç.”
Şehrin en kalabalık yerinde, koskocaman bir kalabalığın ortasında yalnızız.
Kornalar çalıyor. İnsanlar telaşla evlerine yetişmeye çalışıyor. Etrafımıza bakmıyoruz bile. Aldırmıyoruz bize bakan şaşkın gözlere. Ağacımıza sarılıyoruz, birbirimize…
Ve aklımdan geçen dilimden dökülüyor. “Seni seviyorum. Sen hep özgürce yürü, seni izlemeyi ve götüreceğin yere gitmeyi kabul ediyorum.”
