ÖNDER BALIKÇI

Tarih: 31.12.2025 13:44

Takunyacıoğlu ve “Sonbahar Sarhoşluğu”

Facebook Twitter Linked-in

Yazılarını yıllardır zevkle okuduğum, birçok kez söyleşi-röportajlar yaptığım Bandırmalı yazar, eski futbolcu Süleyman Takunyacıoğlu’nun son kitabı “Sonbahar Sarhoşluğu”nu da bir solukta okudum.

Redaktasyonunu, genç yazar-şair Orhun Güç’ün başarıyla yaptığı kitapta, Takunyacıoğlu’un çeşitli yazılarından seçmeler yer alıyor.

Takunyacıoğlu, çoğu deneme tadında olan kitapta, yaşadığı çarpıcı olayları da, kendisini özne olarak ortaya koyup, hiçbir komplekse kapılmadan, tüm çıplaklığıyla anlatıyor.

İşte o bölümden bir özet:

“Beni takip edenler bilirler. Arada bir, başımdan geçen ilginç olayları okuyucularımla paylaşıyorum. Yani özelimi anlatmaktan çekinmiyorum çoğu zaman. Çünkü bu özeller, insanda genelleşiyor. Kendi hayatlarında da birçok kez olan ama dışa vuramadıkları benzer olayları en azından hatırlama ve küçük bir tebessüm etme şansları oluyor. Bazı dostlar da, ‘Niye bunları yazıyorsun? Kendini basitleşiyorsun. Sen çok daha ciddi şeyler yazacak kadar yeteneklisin’ deyip kızıyorlar. Ne ilgisi var? Kaldı ki ben, özne olarak anlatıyorum, anlatacaklarımı. Olduğu gibi, birinci elden. Kurmaca değil, bire bir. Üçüncü kişi ağzıyla, başkasının hikâyesi gibi de anlatılır bunlar ama ne kadar samimi, ne kadar inandırıcı olabilir ki? Herkesin kendi hikâyesi, kendi kadar gerçektir yaşamda. Niye korkar insan, kendisi anlatmaktan? Niye hep incineceğini, incitileceğini sanır?

Ne yazık ki bizim gibi geri kalmış, kapalı, ön yargılı toplumlarda zordur insanın kendini dışa vurması. Firar günlerimizde polisten kaçmak için bulduğumuz yöntemleri anlattığınızda polis düşmanı olursunuz veya bir eroinmanı yazdığınızda uyuşturucu müptelası…Herhangi bir psikiyatri kliniğinde geçirdiğiniz günleriniz anlatılmışsa eğer teşhisleri belli ve kesindir; bu adam, delinin teki!

İşte bu yüzden ne John Fente çıkar bu topraklardan ne de Jean Genet.”

Takunyacıoğlu, çok okuyup araştıran bir yazar.

Dilinin de kemiği yok. Doğru bildiği, inandığı her konuda düşüncesini, bazı kişiler yadırgasa bile eğip bükmeden, cesurca dile getirmekten çekinmiyor. Doğru da yapıyor.

O ARTIK “YERLEŞİK”…

Zaman, olanak ve koşullar, insanı değiştiriyor, zorunlu olarak…

Bir zamanlar, kent kimliğine sahip olmadığını vurgulayarak, “göçebe” bir yaşamı yeğleyen Takunyacıoğlu, artık Erdek’te sürdürüyor, yaşamını. O artık “yerleşik” bir yaşama boyun eğmiş.

Bunu da şu şiirsel anlatımıyla, şöyle dile getiriyor:

“Elini, kirli sakalının içine gömülü derin çizgilerine götürme artık. Biliyorsun, elin ne zaman yüzüne değse, açgözlü bir bataklığın içinde bulursun kendini. Ellerindeki çamuru her defasında temizleyen o eski çocuk yıllar, önce terk etti seni.

 

 

Artık direnme, soyluca teslim ol tükenişin soysuz gerçeğine…

Unutuşlarını da kabullen artık. Bak, zaten günden güne büyüdü ve kirlendi bu kent…Senin içindeki boşluğu da büyüterek, kahpe hüzünlerini de çoğaltarak, ‘Yaşam, yaşam!’ diye bağırdığın onulmaz ağrılarını, salgın hastalığı dönüştürerek…Çocuk düşlerini de kirleterek…

Arkandan da gelmiyor artık bu kent. Bu kent, bu kentte kaçtığın günlerde omuzlarında taşımaktan yorgun düştün sen. Sadece iç göçler yaşayabilirsin, bundan böyle, bir sokaktan diğer sokağa, bir çıkmazdan diğer çıkmaza…

Artık direnme, soyluca teslim ol tükenişinin soysuz gerçeğine…

Gençliğin hayalini usulca devret içini yakan ve acıtan yaşlılığına. Eski akşamları da arama, Tatlısu’da yakılan ateşleri, Erdek kumsalında sevişmeleri de…Napolitenleri, sazları, gitarları da…Geceler boyunca süren intihar sarhoşluklarını da…

Sevdalar çağın bitmiştir artık. Engizisyonun paslı zincirleriyle bağlandı ruh ve yürek…Artık yıldızlarla birlikte hiç uçuşmayacaksın. Hiç oynaşmayacaksın, küskün bulutlarla…

Yaz bitti. Sen artık eski bir güzün ağır pençesindesin çocuk…

Kaçak trenlerin kaçak yolcusu değilsin. Banliyölerin mülteci evlerinde davetsiz misafir de değilsin…Yabancı, tanımadığın bir geleceğin tutsağı olarak geçireceksin ömrünün kalan yanını. Oysa ne çok korkardın, genç yaşta ölen babanın iyice seyrelen saçlarından…

Ne çok korkardın, koyu, yaşlı elbiselerden…Odalarına kır düşmüş ahşap, mahzun ve yorgun evlerden…Artık korkmana neden yok çocuk. Odalarına kır düşmüş yorgun evlerin içindesin. Artık göçebe bile değilsin, çocuk. Ne seni

kovalayacak zaptiye var ne de kaçmaya gücün, çocuk. Tedirgin, korkak bir kuş gibi zavallısın artık.

Kabullen, yerleşiksin sen artık çocuk!”

ŞİİR VE TAKUNYACIOĞLU

Şiir kültürü de çok zengindir, Takunyacıoğlu’nun…

“Sonbahar Sarhoşluğu” isimli sok kitabında, ilk okuduğu ve etkilendiği şairlerin Nazım Hikmet, Ahmet Arif ve Atilla İlhan olduğunun altını çiziyor.

Tabii ki şiir, edebiyatın en zor dalı.

Yalnızlığın da en büyük dostudur şiir.

Takunyacıoğlu, kitabının “Yalnızlık sokağında bir düştük” başlıklı yazısında şöyle diyor:

“Sevgiden ve inançtan doğan ülkenin içinden fırlayan bıçağın ucundaki adamlardık.

Cümlelerdeki yağmurlarla ıslanıp anıldığımız ilkelerle geçmişte bıraktığımız ağır bir gençlik yarasıydı bizimkisi.

Yalnızlık sokağından ağır adımlarla geçerken şiirlerle diktik yüreğimizdeki kurşun hasarlarını.

Kendi aydınlığımızın gölgesinde serinlerken, denizin ortasına bir çınar ekip büyüttük.

Yıllarca dimdik duran çınarın yapraklarından korktunuz.

Devrilen dalların hüznünden ürktünüz.

Bir ekmeği bölüşmekten fazlasıydı derdimiz.

Kim bilir, kısacık bir hayatı birlikte tüketmekti.

Umudu ve savaşı paylaştık belki de.

Elbette biliyorduk, yaralar acı bırakacaktı.

Her yanımızda, ruhumuza işlenmiş hüzünler kanayacaktı.

Ne zordur, geçmişimizin öfkesini ömür boyu taşımak.

Ne zordur, doğduğunuz ırmağın içinde susuzluktan kıvranmamız.

Ne zordur, devasa bir şelalenin altında kupkuru kalmak!

Ama ne çare,

Kurşuna dizilseniz de,

Prangaya vursanız da,

Hücreye atsanız da,

Ter damlamız bile doğurur, bizim gibi binlercesini.

Yalnızlık sokağında bir düştük…

Ve sadece gülüştük.”

BAŞKA BİR KENT YOK!

Süleyman Takunyacıoğlu’nun, daha önce kaleme aldığı, kurmaca olmayan, gerçeği abartısız, yalın durumda anlatan “Mültecinin Günlüğü” ve “Uzaklar” isimli kitaplarını da zevkle okumuştum.

“Sonbahar Sarhoşluğu”nu da aynı zevkle okudum.

Takunyacıoğlu, kitabının bir bölümünde, Konstantinus Kavafis’in, “Başka Bir Kent Yok” şiirine atıf yapmış.

Bu yazıyı, bu ölümsüz dizelerle noktalıyorum:

“Diyorsun ki, ‘Bir başka ülkeye,

bir başka denize gitmek istiyorum;

bundan daha güzel bir başka kent vardır kuşkusuz

Ama kötü yazgım peşimi bırakmaz ne yapsam,

ve kalbim şimdi burada gömülü bir ceset sanki

Ruhum ne kadar katlanacak bu çoraklığa?

Hangi yana çevirsem yüzümü, ne yana baksam

Hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma

Bunca yıllarımı heder ettiğim şu ülkede’

 

Yeni bir ülke bulamazsın, arama sakın,

Bir başka deniz de bulamayacaksın

Nereye gitsen, bu kent senin ardından gelecek,

Aynı sokaklarda dolaşıp duracaksın yine,

ve yaşlanacaksın aynı, hep aynı mahallede,

hep aynı evlerde ağaracak saçların

Ve dünyayı bir uçtan bir uca dolansan da

Dönüp bu kente geleceksin sonunda

 

Yanılma sakın, bir başka gelecek umma,

ne seni bekleyen bir gemi var limanda

ne de beklediğin bir başka çıkar yol

nasıl tükettiysen ömrünü şurada, şu köşecikte,

öyle kıydın demektir ona, tüm yeryüzünde"


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —